Ferit Edgü: Düşün içindeki gerçekle, gerçeğin içindeki düşü aradım
Aşağıda okuyacağınız bu söyleşi, 2010 yılında yapıldı. 1950 Kuşağı’nın önde gelen öykücülerinden Ferit Edgü ile yayımladığı 9 öykü kitabını kapsayan ve kendisinin “kitapların kitabı” olarak adlandırdığı Leş / Toplu Öyküler yayımlandığında (2010), 50 yılı aşan yazarlık serüvenine, öykülerine ve elbette 50 Kuşağı’na dair konuşmuştuk. Anısına saygıyla…
Leş-Toplu Öyküler, sizin elli yıllık öykü geçmişinizin bir toplamı. Başka yazın alanlarında da ürünler veriyorsunuz. Öykü serüveninizi anlatır mısınız?
Kitaba adını veren Leş, benim ilk öykülerimden birisi ve yanlış hatırlamıyorsam 1954’te yayımlanmıştı. Benim de içinde olduğum 1950 Kuşağı’nın büyük bir çoğunluğu öykü yazarlarından oluşur. Hepimiz de çok erken yaşlarda yazmaya başlayan insanlarız. Daha lise sıralarındayken yazarlık serüvenimiz başlamıştır. Rahmetli Onat Kutlar, Orhan Duru, Erdal Öz, ayrıca hâlâ hayatta olan Adnan Özyalçıner… Yani kısmen ortak bir geçmişimiz var da diyebiliriz. Bu toplu öyküleri yayına hazırlarken en sonuna bir bibliyografya çalışması ilave ettik. Oraya bir göz attım ve unuttuğum birtakım şeyleri hatırladım, örneğin 1954 yılında on öykü yayımlamışım. Demek ki bu öyküler 1953-54 yılları arasında yazılmış. 17 yaşında bu işe soyunmuş genç bir yazar tarafından kaleme alınmış öyküler bunlar. Gençlik yılları coşku dolu yıllardır. Belki “dünyayı biz yarattık” değilse bile “yeni dünyayı biz yaratacağız” inancıyla yola çıkılır. Öykü yazarak değil, yazar olarak, yazı yoluyla dünyayı değiştirmek ve kendi olmak, kendini bulmak, kendini aramak üzerineydi çıkış noktamız. Yazarlık serüveni diyebileceğimiz şey aslında budur. İlk gençlik yıllarındaki başlıca itki, yazma itkisi bundan doğar.
Şimdi düşünüyorum da bir kendini bulma değil, arama dönemi olarak değerlendirdiğim o yıllarda bu aramanın pek bilincinde değilmişim. Çünkü benim o dönemde yazdıklarımla 1953 ile 1958 arasında yazdığım öykülerden yalnızca iki öykü var bu kitapta. Diğerlerini daha önceki kitaplarıma da almadım, bundan sonra yayınlanacak hiçbir kitabıma da almayacağım. Bunları birer gençlik serüveni olarak görüyorum.
Ama 1956’dan sonra şimdiki moda söylemle belirtmek gerekirse bir kırılma noktası oluştu. Çünkü, o süre içinde doyumsuz bütün arkadaşlarım gibi doyumsuz bir okuma süreci içindeydik ve o sürecin sonunda da birtakım edimlerimiz oldu. Dünyaya bakışımız değişti. Kendimizi algılayışımız değişti ve benim için 1956 bir kırılma noktasıdır, çünkü o sıralarda daha önce tanımadığımız Kafka, Camus, Sartre’ı, Rimbaud’yu, Baudelaire’i, Marquis de Sade’ı, Lautreamont’u vesaireyi okumuştuk. Bütün bunlar bizim üzerimizde çok fazla anlamasak da bir iz bıraktı. Bu izleri ben kişisel olarak hâlâ taşıyorum.
Elli yılı aşan yazarlık ve bilhassa öykü yazarlığı servüenime bir baktığım zaman 9 kitaptan oluşuyor bu kitap ve onun için kitaplar kitabı dedim. Bir seçme yok, 9 kitapta ne varsa hepsi bunun içinde yer alıyor. Sonuna sadece bir bibliyografya ilave ettik o kadar. Bugün bu kitaplara, bu öykülere bir arada baktığım zaman şunu görüyorum; zaman içinde kendime dönük, kendimle ilgili sorunları öyküde dile getirmişim. Sonra bir zaman geliyor ve bazı şeyler değişiyor. Yani yeni bir kırılma noktası oluyor hayatımda. Bu ikinci kırılma ise Hakkâri’dir. Bu noktada, artık kendi içinden çıkıp dışarıya dönmek, dışarıya döndüğün anda da kendini başkalarıyla beraber görmek yatar.
Bu yazarlık serüveni böyle ilerler zaten, yola çıkarsınız gideceğiniz yeri bilirsiniz ama mutlaka başka yere varırsınız. Önemli olan varacağınız yer değil, o yol boyunca kat ettiğiniz mesafe, yolun kendisi ve arada uğradığınız duraklardır. İşin heyecanı buradadır ve ona serüven dedirten de budur.
Peki iki kırılma noktası haricinde bu yolculuğun durakları nelerdi?
Başı belli, ama sonu nereye çıkacağı belirsiz yolculukların haliyle durakları da biraz farklıdır. Bunların en önemlisi, bilhassa bendeki dil tutkusudur. Açmak gerekirse, insan varlığının dünya içindeki yeri, bir anlatım aracı olarak dil, kendi içinde bir varlık olarak dil, dilin olanakları, dilden bir yapıt yaratmak ve sonunda o yapıtın dönüp dolaşıp gene dilde kendini bulmasıdır benim duraklarım. Söz konusu yazma serüvenimde dil konusunu, 17-18 yaşlarında asla duyumsamadım. Yazdıkça geldi kendini dikte ettirdi. Bir sözcük yazıp da onun sorumluluğunu taşıyorsanız, eğer o sözcüğün yerine başka bir sözcük de kullanabiliyorsanız, o zaman ne onu ne diğerini kullanırsınız. Daha başka bir sözcük arayışına giriyorsunuz. Hal böyle olunca sözcüğü yalnızca bir sözcük olarak değil, cümleyi yalnız bir cümle olarak değil, önünde sonunda bir düşünceyi / duyguyu dile getiren bir şifre gibi görüyorsunuz.
1950 kuşağı olarak biz Türkçeye gönül veren bir kuşağız. Türkçeyi işlettik ve 1950’lerin sonlarına geldiğimizde artık Türkçe dünyadaki herhangi bilimsel veya sanatsal metnin Türçeye çevrilmesine olanaklı bir dil oldu. Bu bizim övünç kaynağımızdır. Bunu görmek için 1940’larda yazılan metinlere bakmak ve bizimkilerle mukayese etmek yeterlidir. Biz bunu yaparken, aynı zamanda bizden öncekileri de etkiledik. Onların da dilini değiştirdik. Haliyle onların şiirleri, öyküleri, romanları da değişti.
Az önce “dilden bir yapıt çıkarmak” ifadesini kullandınız. Minimal öyküler, hatta aforizma metinleriniz de bu dil üzerinde çalışmanın bir sonucu muydu?
Az önce dilde yoğunlaşmaktan bahsetmiştim. Bu yoğunluğu alabildiğine artırmak benim çabalarımdan biri oldu. Sonunda öyle bir yere geldim ki, biliyorsunuz sekiz on sözcükten oluşan öyküler yazdım. Öncelikle içinde bulunduğum kuşağın Türk edebiyatının gelenekleriyle pek uyuşmayan bir bakış açısı vardı. Haliyle yapıtlarımız da o bakış açısından doğdu. Detaylı bir cevap vereceğim. Öykü, sözcükten de anlaşılacağı gibi anlatma, eskilerin dediği üzere hikâye etmedir. Anlatacak bir olay olması gerekiyor ki ele alabilesin. Kaçkınlar’da o olay bitmişti örneğin. Yine bir eylem var ama, öykünün bel kemiğini oluşturan, olay değildir artık. Bu olayın arkaya alınıp metnin aza indirgenmesi, sonunda küçük metinlerden oluşan öyküler yazmaya götürdü beni. Tabii söylediğiniz gibi aforizmalar da var bunun içinde. Direkt yaklaşım biçimi dediğimiz, her şeyi olduğu gibi ifade eden, kıvırmadan, dolaştırmadan, her şeyi kısa cümlelerle ifade etmeya dayalı bir yaklaşım biçimidir bu. Sıfat kullanmamaya gayret göstererek yazma çabasındaydım. Bende allayıp pullama isteği yoktur, olduğu gibi anlatırım. Düşüncede de düşte de bunu yaparım.
Yazarlığın hoş olan bir yönü vardır, sözcüklerle oynarsınız, okurla oynarsınız, onları da kendinizi de sınarsınız. Öyle yukarıdan bakarak değil, onların arasına katılarak sınarsınız. Ben bunu minimal öykülerden önce de çok sık olmasa da yapmıştım. Minimal sözcüğü aslında resim sanatıyla igilidir, resim sanatında bir ekol veya üsluptür diyebiliriz. Minimalist edebiyat diye bir şey yoktur. Yani bu adın konduğu bir akım falan yok. Ama ben resimden esinlenerek bu az sözcükle yetinmenin az olayla yetinmenin bir cümleden bir öykü kurmaya minimal sözcüğünün yakıştığını düşündüm ve bu adı kullandım.
Kitabın düzenlenişine bakarsak bugünden geçmişe, ters bir kronoloji izlemişsiniz. Deyim yerindeyse tersine retrospektif uygulamanızın özel bir sebebi var mı?
Elbette var. Genel olarak antolojiler veya bir yazara ait bu tür toplu eserler kitapları kronoljik gider. Dünden bugüne gelir. Ama okuyucu özellikle sizi çok iyi bilen bir okuyucu değilse ve 1950’lerin Türk edebiyatındaki sorunlardan da habersizse çok yadırgayacaktır. Örneğin bu kitap eğer kronolojik olarak düzenlenseydi “Kaçkınlar” ile başlayacaktı, oysa “Kaçkınlar” benim öykü yazarlığmın içinde bir öyküden daha çok varoluşsal bir araştırma gibidir. Kendi kendini arayan, kendini ararken başkalarını da bulamayan, çıkmazın içindeki bireyin bireyselliğini gerçekleştirmesi ve bunu yaparken de sözcükleri araç olarak kullanması vardır. Bugün için, böyle bir öykü Türk okurunun çok yakınında değildir. 1950’lerde yakınındaydı, çünkü o zamanın okuru da uzaktan yakından dünya edebiyatının yönelişlerini (ki ağır basan yönelişler sözünü ettiğimiz varoluşçu akım şeklindeydi) biliyordu ve o da bunun içindeydi. Bugünün okuru için bu sözkonusu değil. Dolayısıyla orada bir zorlama sözkonusu olacaktı. Oysa bugünden geçmişe doğru bir yolculuk, bugün beni tanıyan, Türk edebiyatını, Dünya edebiyatını bilen okurun zaman içindeki bir yolculuğu gibi olacaktır.
Bir şekilde dünün metinlerinin okuru bugüne hazırlamasındansa, bugünün metinlerinin okuru dünkü metinlere ulaştırmasını istedim. Burada bana yol gösteren aslında, aziz dostum Melih Cevdet’in kendi toplu şiirleri için uyguladığı yöntem olmuştu. Kendisi aynı metodu uygulamıştı ve onunla konuştuğumda ben de senin gibi bu soruyu sormuştum. Aldığım cevap aşağı yukarı bu şekildeydi. Bu da gayet mantıklı geldi bana. Ama önsözümde de yazdım kronojiye düşkün bir okur varsa sondan başlayabilir okumaya…
Peki bunu bir olgunluğa ulaşmak gibi değerlendirebilir miyiz? Yani Necatigil ikinci döneminde kaleme aldığı şiirlerinde “aradaki boşluğu okur doldursun” der. Sizde de böyle bir tutum var mı?
Bunu olgunluk veya ustalık olarak adlandırmayı istemem. Bunu tercih etmiyorum. Fakat Necatigil’in sözünü ettiğini kesinlikle kendim için de söyleyebilirim. Çünkü bir öyküm şu cümleden ibaret. “Ağlama dedi adam bu ölen ilk çocuğumuz değil.” Şimdi buradaki bütün öykünün öncesini ve o anı görünmeyen kadınla, görünmeyen adamın arasındaki atmosferi, üzüntüyü, dramı elbette okuyucu dolduracak. Ben ancak ona baktığı zaman okuduğu zaman ondan bir öykü kurma isteği yaratmak istiyorum. Onun içindeki yaratıcılığı dürtüklemek istiyorum. Bunu daha önce de yazdım, “Bir gemide”de yapmıştım. Bir oyundu o, bu öyküleri yazdım ama bitiremedim, isteyen kendi adına devamını getirir, başka bir hale getirir. Hiçbir hak da talep etmiyorum demiştim. O oyuna katılanlar da oldu. Hoş da olmuştu.
Zaman içinde oradan buradan değişik öyküler yazdım, hatta değişik anlayışlarda bile diyebilirim. Bu kitabı düzenlerken tekrar gördüm ki benim öykü serüvenim hep iki anayoldan ilerlemiş. Bu çok da bilinçli değil ama böyle ilerlemiş. Bunlardan birisi, olağan olanı yazmak, ikincisi de olağanüstü olanı yazmak. Çoğu kez olağan bir olayın içinde de olağanüstü bir durum var, olağanüstü bir durumun içinde de olağanlık vardır. Bir yerde dedim ki, “hep düşün içindeki gerçekle, gerçeğin içindeki düşü aradım” bu öykülerde. Hangisinde düşün içindeki gerçekti hangisinde gerçeğin içindeki düştü onları bilemiyorum.
Öykü kitaplarınızın pek çoğunda önsözle okuru karşılıyorsunuz. Hatta bazen “öykülerin öyküleri” bölümleri de karşımıza çıkıyor. Bu Attilâ İlhan’ın yaptığı gibi, kendi eleştirisini yapmak mıydı? Yani okuru hazırlamak gibi, bilen adam okusun gibi bir tavır mı bu?
Ben kimseyi aydınlatmak gibi bir sevdaya hiç kapılmadım. Bırakın kendi okurumu, başka okurları bile aydınlatmak çabasına düşmedim. Hele ki onları yönlendirmek gibi bir tavrı asla sergilemem. Attilâ İlhan’ınki gibi bir çabam ise hiç olmadı ve bu tür davranışları ve bu tür anlayışla yazılan yazılardan da nefret ederim. Kendi kitaplarıma yazdığım önsöz, bir açıklama gereği duymamdandır. Ama bu okura kendimi açıklamak değil. Eleştirmen dostlarıma bir açıklama yapmaktır. Lütfen bunları doğru okuyun demek içindir. Eleştirmenlere dedim ki, bunları yorumlarken kendi yorumunuzda özgürsünüz ama benim görüşlerimin çok da dışına çıkarak bir şeyler aktarmanıza gerek yok. Tabii ki her yazar doğru anlaşılmayı ister. Bu 1950 Kuşağı’nın bir talihsizliğinin sonucudur aslında. Bizler bireysel, varoluşçu bir edebiyat yapıyorduk ama politik olarak da solda yer alıyorduk. Kimimiz illegal politik örgütlere katılarak, kimimiz benim gibi legal politik örgütlerin içinde yer alarak sürdürdük ideolojimizi. Fakat bizden önceki kuşakta yer alıp, dönemin eleştirmenleri arasında adları anılan ve “sol” görüş içinde bulunan diğer arkadaşlarımız vardı. Asım Bezirci, Fethi Naci, Şükran Kurdakul gibi – çok yakın dostlarımdı bunlar. Sözünü ettiğim bu isimler, bu tür bireysel bir edebiyatı yapanın sol dünya görüşü içinde olmasını anlamıyorlardı. Çünkü bizim beslendiğimiz kaynakları onlar ya bilmiyorlardı yahut çok az biliyorlardı. Haliyle bizim / benim yazdığım öyküleri de farklı değerlendiriyorlardı. Kırıcı olmamak için de, ya bizim kitaplarımızla igilenmiyorlardı, yazmıyorlardı yani görmezden geliyorlardı veya bir araya geldiğimiz vakit tartışıyorduk. Bir süre sonra bu önsözleri yazma gerekliliği hissettim. Ama yalnız bu değil, her yazar iyi anlaşılmak doğru anlaşılmak ister. Eğer herkes sizi yanlış okuyorsa, doğrusu budur deyip tek tek hepsine cevap vermektense en başta neyin doğru olduğunu göstermek arsuzudur. Ben gençken çok kavgacı bir yazardım. Ama sonra bu kırgınlıklara yol açıyordu. Bu tutumdan uzaklaştım…
Özetlemek gerekirse, benim amacım eleştirmenlere bir hatırlatmada bulunmaktı. Fakat sadece kendi kitaplarıma değil başka birçok kitaba, sergi kataloğuna, sanatçının kitabına önsöz yazdım. Bu açıdan bakınca da, kitabın içinde öykülere eklenecek bir metin olarak da okunabilir önsözler. O da kitabın kendi serüveni içine dahil olabilecek bir bölüm neticede.
Yanılıyor olabilirim, ama toplu öykülerde bu daha iyi anlaşılıyor. Her kitabın ayrı bir teması var gibi duruyor. Örneğin DO Sesi’nde bir ölüm duygusu, Doğu Öyküleri’nde yalnızlık / yabancılık duygusu dikkat çekiyor. Bunu çoğaltabiliriz de, bu bilinçli bir tutum mu?
Kesinlikle yanılmıyorsun; çok doğru, hepsinde bir his var. Ancak yazarken bu temayı işleyeyim öyküler bunun etrafında dönsün diye de bir tasam yok. Kendiliğinden olan bir durum bu. Örneğin Do Sesi’nde ölüm teması kendini çok belli eder gerçekten. Ama onu işlemek gibi bir amacım olduğu için değil, yaşadığım olayların beni oraya götürdüğünü söyleyebilirim. Çünkü o sırada arka arkaya çok yakın dostlarımı kaybettim. Onların bazılarında ölüm sürecini handiyse birebir yaşadım. Füreya Koral, Tomris Uyar, Semiha Berksoy ilk aklıma gelenler. Buna daha da isim ilave edebilirim. Bir dostunuzun, çok yakın bir dostunuzun ölümü uzakta olduğunuzda başkadır. Onun ölüme giden sürecine tanık olup, sonunu görmek başkadır. Yakından izleyerek yaşadığınızda bu, bütün hayatınızda iz bırakır, iliklerinize kadar siner. Ben yazdıklarım için konu aramaya sokağa çıkmıyorum. Bu izler içime işliyor, bir şeyler dökülürken metne bu izler kendini hissettiriyor ister istemez. Do Sesi doğrudan doğruya Berksoy’un bir sözüdür. Diğer öykü kitaplarımda da yine kendiliğinden olan bir şey var elbette. Siz bir bireysiniz, sizin birey olarak kişiliğinizin bir harcı var. Bu da eserlerinize yansır.
50 Kuşağı’nın önemli yazarlarındansınız. 50 Kuşağı da edebiyatımızın önemli kuşaklarından. Öyle ki daha sonra sizin gibi bir kuşak gelmedi. Sizden sonra böyle bir kuşak olmamasını neye bağlıyorsunuz?
Tek bir şeye bağlıyorum, bazı kuşakların, okulların ortaya çıkması hem nesnel hem öznel gerçekliklere bağlıdır. Biz tarihsel anlamda, 1950 Kuşağı üyeleri olarak, aynı okulda okuyan, aynı mahallede oturan, birbirini tanıyan insanlar değildik. Bizi bir araya getiren edebiyatın kendisi oldu. Bir araya gelip, haydi dergi çıkaralım, bu anlayışta olalım, şöyle bir edebiyat yapalım demedik. Baktık ki Demir Özlü, Orhan Duru ve ben böyle yazıyoruz Onat Kutlar böyle yazıyor, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz böyle yazıyor. Adeta bir okuldan çıkmış gibi yazan yazarlar olarak birbirimizi bulduk. Ama bu yalnız Türkiye’de ve 1950 yılında olmamıştır. 1918 yılında Avrupa’da da olmuştur. Fransa’da Andre Breton, Eluard bir araya geliyorlar ve Apollinaire diye bir adamın etrafında bir araya geliyorlar ve bir bakıyorlar ki Berlin’de Tristan Tzara diye bir adam Hans Arp diye bir ressam ortaya çıkıyor ve Voltaire kabaresinde Da-Da bildirisini okuyorlar. “Ulan biz bunu yapmak istiyorduk, ama herifler zaten yapmış bunu” diyerek Paris’e çağırıyorlar ve sürrealizm ortaya çıkıyor. O tarihsel anda aynı şeyi yapıp bir arada olmak onların kaderi, hepsinin ortak noktası. Bizim için de “boğuntu yaşamıyorsunuz ama boğuntu edebiyatı yapıyorsunuz, ne alakası var?” diyorlardı. “Nereden çıktı bu, Türkiyede bir insan neden bunalır” diyorlardı. Oysa II. Dünya Savaşı bitmiş, arkasında 30 milyon insan bırakarak. Büyük bir soykırım gerçekleşmiş; üstelik kimin tarafından; Goethe’yi, Marx’ı, Nietzsche’yi, Hegel’i, Kant’ı, Schopenhauer’i yetiştiren bir ülke tarafından gerçekleştirilmiş.
Türkiye’de Tek Şef / Milli Şef dönemi bitmiş, Demokrat Parti iktidara gelmiş ve herkes bunun bir özgürlük getireceğini düşünmüş. Oysa üçüncü yılında gerçek yüzlerini göstermişler. Hani umut? Hani Türkiye’de her şey iyiydi? Bütün bu kaosun içinde 17-18 yaşındaki insanlar ışığı nereden bulacaklar ki? II. Dünya Savaşı’nın sonunda, insanlar o ışığı bulmadıkları gibi biz de bulamadık. Elbette onlarınki gibi büyük bir akım değildi bizimki, hem ülkenin entelektüel yapısı buna uygun değil hem de dünya üzerindeki konumumuz o kadar etkili değildi. Türkiye’de böyle bir şey olamazdı zaten, bugün de olamayacağı gibi. Biz de bir araya gelerek yeni insanın, yeni dünyanın edebiyatını yapmaya soyunduk.
Bizden sonra gelenlerin böyle bir tarihsel konumu olmadı. Tarihsel kelimesinin altını çizerek söylüyorum. Belki ‘68 olaylarının devamında ‘68 kuşağı yeni bir edebi kuşak anlayışı yaratabilirdi ama olmadı. Bu sadece Türkiye’de değil dünyada da olmadı. Bugün Türkiye’de edebiyat çok da iyi durumda değil, ama Fransa’da da değil, İngiltere’de de değil, Almanya’da da değil. Küçük yazarlar dönemindeyiz. Bizim büyük yazar olduğumuzu söylemiyorum, ama dünyada vardı en azından. Gerekli unsurlar sona erdi işin doğrusu. Tüm dünyayı etkileyecek büyük bir kırılma yaşanırsa birileri çıkabilir. Ama uzun veya yakın zamanda çok zor.
BEN KARAMSAR BİR İNSANIM
Ben karamsar bir insanım. Doğduğumdan beri bu böyledir. Hep bardağın boş tarafına bakmışımdır. Ama bu, en trajik yer yer dramatik olaylara bile kahkahayla gülmemin önüne geçmez. Gene benim gibi karamsarlardan ve isyankârlardan biri olan gençlik arkadaşım, Ressam Yüksel Arslan’la telefonda bir ölüm haberini konuşma anımıza tanık olsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Dünyanın en güzel konusundan bahsettiğimizi sanırsınız. Gülmenin iyileştirici olduğuna inanırım, ama bu kişiliğimin bir yansımasıdır… Attığım kahkahalar o karamsar yapımı değiştirmez.
HAKKÂRİ’Yİ HÂLÂ YAŞIYORUM
Kimi öykülerimde geriye dönüşler olur. Örneğin Yaralı Zaman isimli kitabım tümüyle Hakkâri ve Halepçe ile ilgilidir. Yıllar içinde yazdığım bir metindir. Kısa olmasına rağmen 10 yıldan fazla sürmüştür. Oysa 1965’ten sonra ben Hakkâri’ye bir daha gitmedim. Çok çağrıldım, Hakkâri’de Bir Mevsim filme alınırken Milli Eğitim Müdürlüğü’nden, arkadaşlarımdan telgraflar aldım. “Gel, seni burada görmek istiyoruz” veya “Çekimler sırasında sen de burada ol” diyorlardı. Ama gitmedim. Öylesi anlar, öylesi insanlar vardır ki sizinle sonsuza kadar yaşarlar. Hakkâri de, oradaki insanlar da bende hâlâ yaşıyorlar. Ölene kadar da yaşayacaklar. Benim oraya tekrar gitmeme gerek yok. Sözünü ettiğim geri dönüşler de aslında tam bir geriye dönüş değildir. Çünkü Hakkâri özeline bakarak söylemek gerekirse ben onu hep yaşıyorum. Arada bir hatırlamak veya geriye dönmek değil bu. Ben sanki ikinci doğumum Hakkâri’de olmuş gibi yaşıyorum. Aşk hatırlanır mı? Aşk yaşanır. Hakkâri de böyle bir aşktır benim için.
UMUTSUZLUĞUN GÜCÜNE İNANDIM
Benim öykülerimi özetlemek gerekirse, yalnız insanlar en önde dururlar. Umutsuzluk temel harcımdır benim. Ama bunu yakınarak söylemiyorum. Çünkü umutsuzluğun büyük bir gücü olduğunu düşünüyorum. Umudun gücü olduğuna hiç inanmadım. Ama umutsuzluğun öyle bir gücü vardır ki, ben ona inanıyorum. Umudun gücü dediğimiz şey, insanı yanıltır. Rene Char bir dizesinde şöyle der; “Umuda borçlu olanlardan değiliz.” Şöyle bir durup düşünürseniz, gerçek olan umutsuzluktur. İnsanları aldatmaz ve doğurgandır. Yalnızlık diğer bir harçtır. Ama benim yalnızlığım değil, kendi varlığıyla yalnızlık! Aşk, cinselliği ön planda tutan aşk. İletişimsizlik, yan yana olmasına rağmen insanların bir türlü birbirleriyle sağlayamadığı iletişim. Baskıya başkaldırı ve son olarak da dile olan tutku. Bunlar benim yazdığım her kelime için geçerlidir. Ama şu da var; bütün soylu yazarlar için geçerlidir bunlar.